Sabır
"Sabır, aydınhktır."(326)
Musibetler yığılıp çıkmaza girdiği, zorluklar birbirini takip
ettiği uzun müddet devam ettiği zaman ve durumlarda, müslümana nurunu yayıp, onu
şaşkınhk ve umutsuzluktan koruyacak tek hidayet ve kurtuluş yolu, SABIR'dır.
Sabır, bir müslümanın dünya ve ahiretinde muhtaç olduğu bir
fazilettir. Müslüman, amel ve arzularını sabır fazileti esasına göre ayarlamak
mecburiyetindedir. Aksi takdirde şaşkına dönüşecektir. Müslümanın geç olsa bile
sıkılmadan neticeleri beklemesi, akıllıca ve sağlam bir kalb ile zorluklara
göğüs germesi vâcibtir. Müslüman sebat ve güven sahibi olmalı... Ufukta görülen
bulutlardan (çok olsalar bile) korkmamalıdır... Çünkü aydınlık ufukların zuhur
etmesi muhakkaktır. Böyle bir anı sükun ve inançla beklemek hikmet icabıdır.
Allah (c.c.) insanların gelecek musibetlere hazırlık yapmaları, facialara mağlub
ve zelil olmamaları için mutlak olarak imtihan edileceklerini beyan etmiştir.
"And olsun ki, savaşla sizi imtihana sokacağız... Ta ki
içinizden sabır gösterenleri meydana çıkaralım ve haberlerinizi imtihan
meydanlarına örnek yapalım." (327) Şairin şu sözü de bu meyandadır:
"Karanlık geceler basmadan durumu öğrendik. Karanlık bizleri basınca da
bildiklerimizden başka birşey olmadı..."
Şüphesiz ki hâdiseleri basiret ve tam bir hazırlık içinde
karşılamak insana daha layık ve işlerin sağlam olmasına daha yakındır. Allah
(c.c.) şöyle buyurur: "Eğer katlanır, sakınırsanız, işte bu hadiselere karşı
(gösterilmiş) bir azmü metanettir"(328).
Sabır İki Önemli Hakikate Dayanır:
BÎRİNCÎ HAKİKAT: Dünya hayatının tabiatına taalluk
eder. Allah (c.c.) dünyayı mükafat ve istikrar sahası kılmamıştır. Bilakis onu
imtihan, deneme ve insanın bir imtihandan çıkış diğerine girmek suretiyle ardı
kesilmeyen tecrübeleri elde ettiği bir dönem kılmıştır. Böyle durumlar
birbirinden değişiktir. Yani, insan bazen, demirin önce ateşte eritilip sonra da
suyun içine atıldığı gibi, biri diğerine ters iki durumla imtihana tabi
tutulabilir.
Süleyman (a.s.) dünyanın çok büyük imkanlarına sahip olunca
durumuna vakıf olup şöyle demişti:
"Bu dedi Rabbimin fazl'u lütfundandır. Şükür mü edeceğim,
yoksa nankörlük mü edeceğim? Beni imtihan ettiği içindir bu. Kim şükrederse
kendi faidesinedir. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki, Rabbim müstağnidir.
Hakkıyla kerem sahibidir."(329)
Kederlerle mübtelâ olmanın bilinmeyen birçok sebebi vardır.
Şunu bilmemizde fayda vardır ki, insanların hayattaki durumları, savaşa hazır
bir ordunun durumuna benzer. Bu ordunun içinde bazı askerler arkadaşlarını
kurtarmak için ölüm dahil her şeyi göze almışlardır. Bu da ancak komutanlığın
uygun göreceği bir şekilde yapılacak bir harekâtla mümkün olacaktır. İşte böyle
bir harekâtta bir askerin değişik düşünmesine ehemmiyet verilmez. Aynı zaman da
böyle önemli bir durum sadece bir ferdin durum ve takdiriyle de halledilmez.
Bunun gibi bazı durumlarda takdirî ilâhî bazı insanların ölümüne de sebebiyet
yerebilir. Böyle durumda kişiye yaraşan sabır ve teslimiyetle bu zor imtihanı
karşılamasıdır. Madem ki hayat imtihandan ibarettir, öyleyse onu kazanmak için
tüm imkan ve cehdimizi seferber etmeliyiz.
Hayat imtihanı yazılı veya sözlü olarak verilecek tipte
değildir. Bu imtihan, elemler, nefsi kaplayan ve onu korku ve zorluklarla
başıbaş bırakan ızdıraplardan ibarettir. Bu elemler dünyayı köpeklerin karnında
kokuşturacak kadar çeşitli ve acayib şeylerdir. Bunlar bazen eşleri aç ve çıplak
olarak sırtüstü yatırır. Bunlar, bazı insanların ulûhiyyette bulunmalarına sebep
olacak, başkalarının da gasbedilmiş haklarını savunmaya sevk edecek dâvalardır.
Hayat tarihi, başlangıçtan bugüne dek üzücü hadiselere sahne olmaktadır.
İnsan, hayattaki hedefine ulaşmak istediğinde, yolunun diken
ve zorluklarla kaplı olacağını da unutmamalıdır.
İKİNCİ HAKİKAT: İman tabiatına taalluk eder. îman,
kişi ile Rabbı arasında bir bağdır. İnsanlar arasındaki samimiyet bağları sadece
bu samimiyeti ifade etmekte olmayıp zamanın geçmesi, bazı hayat tecrübeleri ve
hadiselerin de samimiyeti doğrulaması gerektiği gibi imanın durumunu da
doğrulayacak şahitler gerekir.
Sağlam iman ile zayıf imanın birbirinden ayrılması, kişinin
başından bu durumu birbirinden ayıracak imtihan tablolarının geçmesiyle
mümkündür. Allah (c.c.) şöyle buyurur:"O, insanlar sandılar mı ki 'iman
ettik' demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecekler? Doğrusu biz
onlardan evvelkileri de denedik. Allah sâdık olanları da muhakkak bilecek,
yalancı olanları da..." (el-Ankebut 3-4).
Şüphesiz ki Allah (c.c.) ilmi işlerin hem zahirini hem de
batınını ihata eder. Binaenaleyh bu imtihan, Allah(c.c.)'ın evvelâhir her şeyi
ihata eden ilmine herhangi bir yenilik getirmeyecektir. Ancak insan Allah'ın
indinde malum şeylerden sorulmayacak, bilakis o sadece yaptıklarından hesabe
çekilecektir. Madem ki bazı günahkârlar yapmış oldukları suçlan inkara
kalkışacaklardır. Öyleyse bunların yaptıklarını vücud ve uzuvlarının söyleyip
şahitlik edecekleri bir imtihan gereklidir. Allah (c.c.) şöyle buyurur:
"Hele müşriklerin hepsini kıyamet gününde toplayıp onlara
"Hani nerede Allah'a eş sayarak o takılmış olduğunuz ortaklarınız" deriz. Sonra
kurtuluş için özürleri olmayıp sadece şöyle diyeceklerdir: "Rabbimiz olan
Allah'a yemin ederiz ki biz müşriklerden değiliz. "Bir de bak ki vicdanlarına
karşı nasıl yalan uydururlar. Allah'a ortak koştukları putları da kendileri de
nasıl kayboldu?"( el-En'am: 22-24)
Bunların hesabı sadece Allah (c.c.)'ın bilmesiyle nasıl
görülebilir? Adil bir ceza, ancak onlar veya başkalarının yaptıkları kötü ve
bozuk durumlarını ispat edecek amellerle mümkündür.
İşte sabır bu iki hakikat üzerine bina edilir. Bu iki
hakikattan dolayı da din insanları sorumlu tutar. Ancak hakikatları
bilmemezlikten gelmek, meydana gelen zorluklar karşısında dehşete düşmek, duçar
olduğu ızdıraplara usanmak insanlık fıtratındandır. Sabır gösteremediği hususlar
insanları telaşa düşürüp yutulmayacak şekilde tatsız bırakır. İnsanın başına zor
bir durum gelip, çetin bir olay veya musibetle karşı karşıya kaldığında, bütün
genişliğine rağmen, yeryüzü ona dar gelmeye, tüm zaman ona yetersiz görünmeye
başlar.
İnsan, bu halinden hemen kurtulmaya çalışır. Fakat böyle bir
durumdan zor kurtulabilir. Çünkü böyle bir çırpınış din ve yaratılışa aykırı
düşer. Müslümana yaraşan, nefsini uzun müddet sabırla beklemeye alıştırmasıdır:
"İnsanda acelecilik yaratıldı. Yakında size azaba dair
alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin."(330)
Bir hadiste şöyle denilmiş: "Kim sabır göstermeye
çalışırsa Allah (c.c.) ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı bir
şey verilmemiştir.''(331)
Sabır, kemâl ve yücelik alâmeti ve nefsin etrafa hakim olma
hususlarını belirlediği için (çok sabreden manasına gelen) es-Sabûr kelimesi
Allah (c.c.)'ın esma-i hüsna'sından sayılmıştır. Allah (c.c.) insanlar suç
işleme hususunda acelede bulunsalar bile ceza vermede acele göstermeyip mühlet
gösterir. O (c.c.), kısa ömür, çılgın arzu ve duygular yerine asırlar boyu ve
geniş zaman müddetince amellerin işlenmesini takdir etmiştir.
"Bir de senden acele edip azap istiyorlar? Elbette Allah
(c.c.) va'dindan caymaz. Bununla beraber Rabbının katında bir gün sizin
sayacaklarınızdan bir sene gibidir. (332)
Sabır, erkeklik ve yüce kahramanlık unsurlarındandır. Hayatın
ağır yüklerini cılız insanlar kaldıramaz, İnsanın ağır bir yükü olunca onu
kaldırmak için çocuk, hasta ve zayıfları çağırmayıp, sağlam bilek ve geniş
omuzlu insanları çağırması gibi, hayatın büyük risaletini bir durumdan diğerine
aktarmak da ancak yiğit ve sabırlı kahramanlarla mümkün olabilecektir.
Bundan dolayıdır ki büyük liderlerin dünyada çektikleri
musibet ve belalar yaptıkları işlere sahip bulundukları kabiliyetlerle
orantılıdır.
Resulullah (s.a.v.)'a insanlardan en şiddetli belalara duçar
olanların kimler olduğu sorulunca şöyle buyurmuştur:
"Onlar Peygamberlerdir. Onlardan sonra en şerefli insanlar
gelir, insanlar, dinlerinin (kuvveti) nisbetinde musibetlere duçar olurlar.
Kimin dini güçlü olursa musibetleri de çoğalır. Kimin de dini zayıf olursa
musibetleri de o nisbette az olur. Mümin, günahları hiç kalmayıncaya dek
musibetlere duçar olur."(333)
İnsanların, musîbet, gayret ve büyük kederlerdeki farklı
oluşları bu hususlara karşı dayanma güçlerinin farklı oluşlarından
kaynaklanmaktadır. Büyüklük ve becerinin nasıl olacağı hususunda Amerikalı büyük
bir komutan şöyle der: "Allah (c.c.)'tan senin yükünü hafifletmesini isteme.
Ancak senin sırtına güç vermesini taleb et".
Hafif yük, neticesizlik ve aldırmamazlık hususlarında
çocuklar da muvaffak olabilir. Fakat meşgaleli hayat vazife sorumluluğunun
meşakkatli hayat mücadelesi, gayret göstermenin acı hususları ise, hayatta
yapıcı ve çalışkan insanların işidir.
Evinde oturana sokağın tozu bulaşmaz. Firâr-î askere silah
ilişmez ve onu savaş korkutmaz. Fakat hayat mücadelesinde yer alıp zorluklarına
katlananlara ise bu mücadelenin sıkıntı, zehiri yaralı, eziyet ve bıkkınlığı
ulaşır. Bunun içindir ki islam, dünya sıkıntılarına katlananları şerefli kılmış,
yorulanları keder ve üzüntülerini düşünecek biçimde okşamıştır:
"Mü'minin benzeri taze başaktır. Rüzgar bazen onu eğer
bazen de düzeltir. Sonuna kadar bu böyle devam eder. Kafirin benzeri de köküyle
yere dayanan selvi ağacıdır. Ona bir-şey isabet edip zorladığı zaman defasında
yerinden sökülür." (334)
Hayatın kötü akışını değiştirmekle uğraşan mü'mini büyük
problemler beklemektedir. Hayattan kaçan aciz insana ne isabet edebilir ki?
Bunların sırrını Resulullah (s.a.v.)'ın şu hadisleri çözer:
"Allah (c.c.) kimin hayrını dilerse başına musibetler
yağdırır."(335)
"Allah (c.c.) bir kavmi sevdi mi belalara mübtelâ kılar.
Kim buna rıza gösterirse Allah (c.c.)'ın rızasına nail olur. Kim de rıza
göstermezse Allah (c.c.)'in rızasına nail olmaz."(336) Dünya zorluklarıyla
güreşen bu zorluklardan uzak ve aciz olarak oturandan derece bakımından daha
yüksektir ki böyle biri ne bir problemden korkar ne de bir problem ondan...
Allah'ın (c.c.) gayret ve sabır gösterenlere yazdığı sevap kendini ibadetlere
veren kişilere yazdığı sevaptan daha çoktur. "Rahatı yerinde olanlar kıyamet
gününde musibetzedelere verilecek ecri gördüklerinde vücutlarının makaslarla
parça parça edilmesini arzulayacaklardır."(337)
İşin garip tarafı da şudur ki bazıları "Şerefli insanların
meziyetleridirler" gerekçesiyle İslam'ın elem, hastalık ve ağrıları takdis
ettiğini zannederler. Bu ise fahiş bir hatadır. Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor:
"Resulullah (s.a.v.) iki oğlunun omuzlarına asılarak yürüyen bir yaşlıyı
görünce: "Buna ne oldu? buyurdu. " O, yürümeyi nezretti" dediklerinde Resulullah
(s.a.v.) "Allah (c.c.) bu (yanlışın) nefsine azab etmesine muhtaç değildir"
buyurup bir hayvana binmesini emretti."(338) İbni Abbas'tan rivayet
edilmiştir: Ukbe'nin kız kardeşi yürüyerek hacca gitmeyi nezretmişti. Ukbe
(r.a.) Resulullah'a (s.a.v.) onun güç getiremiyeceğini bildirdi. Resulullah:
"Allah (c.c.) senin kız kardeşinin yürümesinden müstağnidir. Binaenaleyh o bir
hayvana binsin ve keffaret olarak da bir deve versin buyurdu." (339) Allah
(c.c.) şöyle buyurmuş: "Eğer siz Allah'ın (c.c.) nimetine şükreder ve iman
ederseniz, Allah (c.c.) size niye azab etsin?"(340)
İslâm musibetzedelerin dehşete düşmemelerini ve sağlam
akidelerini hoş karşılar. O, insanların basma gelen musibet ve karşılaştıkları
sıkıntılara kuvvet ve teslimiyetle aşılması gereken bir imtihan gözüyle bakar.
Bu imtihana gevşeklik ve kaderine küsme gibi bir durumla bakmak lazım. Rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) hasta bir hanımı ziyaret ederken, onu
hastalığa lanet okuyup sıtmaya söver buldu. Onun bu halini beğenmeyip şöyle
buyurdu: "Sıtma körüğün demirin pasını temizlediği gibi Ademoğlunun
günahlarını temizler."(341) Bunun manası hastalık mikroplarını toplayıp
sevdiklerimize hediye etmek midir? Evet maalesef bazı maksatlı insanlar böyle
anlamak isterler. Delilik de maharet ister ya... insanın bazen savaşın
başlarında sırtı yere gelebilir. Zorluklar onu birçok sıkıntıyla karşı karşıya
bırakabilir. Fakat mü'min zor durumlara duçar olunca Allah'a (c.c.) olan
imanında sarsılmayıp ak yüzle kaldığı müddetçe Allah'ın rızasına daha fazla
yaklaşacaktır, insanın başına gelen musibetleri Allah'ın kendisini unuttuğuna ve
rahmetinden uzaklaştırdığına işaret sayması saçmadır.
Fakat maalesef Müslümanların gerileyiş ve çöküş asırlarında
böyle bir düşünce revaç görmüştü. Bundan önce hayatî güçlüklerin yükselme ve
gerileme durumlarında bile insanlığın tabiatıyla beraber bulunduğunu söylemişti.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Fazilet sahibinin oğlu, fazilet sahibi, oğlu
fazilet sahibi, İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu, Yakub'un oğlu Yusuf"dur".
Yusuf (a.s.) peygamberler kucağında terbiye görmüş, köklü bir
ağacın meyvesidir. Allah (c.c.) onu risaletine ehil gördü. Sen bu şerefli insana
bir bak. O, nasıl hayatının ilk devresini bir sıkıntıdan diğerine duçar olmak
suretiyle geçirmişti. O, çocuk iken annesini kaybetti. Sonra kardeşleri ona
çeşitli dolaplar döndürerek babasının kucağından aldıktan sonra kendişinden
habersiz bırakılması için kuyuya attılar. Kervan onu köle olarak ve değersiz bir
kap dirheme satabilmek içinköleler pazarına götürdü. Onu oradan Mısır hükümdarı
satın aldı. Gider gitmez iftiracı kadının komplolarına maruz kaldı. Bu kadar
iffet ve namusuna rağmen kötülük peşinde olmak-ile itham edildi. Bu iftiradan
kurtulmasına rağmen birkaç gün veya ay değil, evet, yıllarca zindanda kaldı.
Yusuf (a.s.) yerinde bir başkası musibetli geçmişine bakıp düşünseydi, yer ve
gök ona dar gelip huzursuz olurdu. Ancak Yûsuf-i Sıddık (a.s.) zindanın
duvarları arasında Allah'tan (c.c.) cahil ve habersiz olanlara Allah'ı (c.c.)
tanıtıyor ve islam'a davet ediyordu.
"Ey Benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok ilahlar mı
hayırlıdır, yoksa herşeye hakim ve galip olan Allah mı? Sizin Allah'tan başka
taptıklarınız bir takım isimlerden ibaret putlardır ki o isimleri siz ve
atalarınız uydurmuşsunuzdur. Allah bunlara hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm
ancak Allah'ın (c.c.)'dır. Ve o, yalnız kendisine ibadet etmemizi emretmiştir,
İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."(342)
Bu, başlarına bir musibet geldiğinde dünyalarından olup fakat dinlerinden
olmayan, fazilet sahibi insanların şanıdır. Sen dünya metaını almak, yoksulluğu
yenmek için çırpınan bir şairin nefsini ne kadar büyüttüğünü görürsün ki o,
kaderleriyle iftihar ederek şöyle der: "Bu zamanda insanların en iyileri
(musibetlere) hedeftirler, fetânet'ten en uzak olanları ise gam ve kederden
beridirler". Bizim, peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyi insanlar hayatında,
gördüklerimiz ise yüksek rütbe ve derecelerin, ağır yük ve zorlukları yenmeye
bağlı olduğunu tenkidle tasdik ediyordu. Resulullah'dan (s.a.v.) şu rivayet
edilmiş. "Kul kendine yazılan rütbeye erişmeyince Allah (c.c.) onu malı, bedeni
ve çocukları alanında musibetlere duçar kılar. O da buna sabrederse Allah da
(c.c.) ona yazdığı rütbeyi verir."(343)
Bu, musibetlerin çokluğunun kişinin hayır ve yüceliğine
delalet ettiğini gösterir. Çoğu kere musibetler, mü'minlere nefislerinin
arzuladığı dünya metaına aldanmayıp bağlanmamaları için (manevi) temizliktir.
Nice zararlar sonradan fayda olur. Nice nimetler de rahmet ve mihnetler dönüşür.
Teslimiyet, sabır ve neticeleri temenni ile beklemek,
kâinatın ilahi kanunları ve daimî nizamıyla ittifak halinde olan hususlardır.
Sadece tohum saçmakla aynı saat filiz bitmez. Hasad da elde edilmez. Hasad'ın
toplanabilmesi için tohumun aylarca toprakta beklemesi gerek. Anne karnındaki
cenin de öyledir. Organlarının olgunlaşması için birkaç ay beklemesi
gerekmektedir. Allah (c.c.) Kur'an'da kainatı 6 günde yarattığını haber
vermektedir. Oysa Allah (c.c.) bunu bir lahza veya daha kısa bir zamanda
yaratabilirdi. Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi insanların ömür
kat'etmeleri, yaşayışlarını tanzim etmeleri bedenlerinin onun sakin iklimine
alışıp olgunlaşması, tüm bunlardan sonra da yaratıcılarına dönüş yapmaları
içindir. "İlkin sizi o yarattığı gibi yine ona döneceksiniz. Allah bir
kısmına hidayet verdi ve bir kısmına da sapıklık inip yerleşti" (344)
Zaman, kainatta olup biten tüm hareket ve duruşlar için bir
zarftır. Onunla karşılıklı sabırlaşmazlık telaşın alevlerine tutuşur, kâinatın
takdir edilmiş nizamından da hiçbir şey değiştirmeyiz.
Sabır çeşitlidir:
1. Taat üzerine sabır
göstermek,
2. Günah işlememede sabır
göstermek,
3. Musibetlere karşı sabır
göstermek.
Taat üzerine sabır göstermenin esası şudur: İslam'ın lüzumlu
rükünlerinin ikame ve devam edebilmeleri, gayret gösterip tahammül etmeye
dayanmaktadır. Mesela namaz günde beş defa tekrarlanan bir farzdır. Allah (c.c.)
onun hakkında şöyle der: "Ehline namazı emret kendin de ona sebat ile devam
eyle."(345) "Hem sabır ile hem de namazla Allah'tan yardım isteyin. Gerçi
bu elbette büyük çetin bir şeydir. Ancak Allah'a karşı yüksek saygı gösterenlere
öyle değil."(346)
Müminlerle iyi geçinmek, muhabbeti devam ettirmek, hatalarına
göz yummak hususları da güzel sabır ile elde edilebilen meselelerdir. "Sabah
ve akşam Allah'ın rızasını isteyerek Rablarına dua eden kimselerle beraber
nefsini sabırlı tut."(347) Sabrı tavsiye hakkı tavsiyeye eştir. Allah (c.c.)
insanlık saadetinin bu ikisine bağlı hususuna kasem etmiştir. "Asra andolsun
muhakkak insan büyük bir hüsran içerisindedir. İman edip iyi amel işleyenlerle,
hakkı ve sabrı birbirine tavsiye edenler müstesna." (348)
Günah işlememe hususunda sabır göstermek:
İnsanların hayatta karşılaştıkları ve şeytanın insanlara
süslediği kötülüklerden yüz çevirmek bu çeşit sabrın esas unsurudur. Resul-i
Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Cennet zor işlerle, cehennem de nefsin arzuladığı şehevi
arzularla süslenmiştir"(Buharı).
Zorluklara katlanabilmek, şehevî arzulardan yüz çevirmek
ancak sabırla mümkündür. Bu sabır kuvvetli inanç ve Allah'ın (c.c.) rızasına
yönelmenin bir eseridir. O, mü'mini dünya çirkefliğinden ve günahlara
karışmaktan koruyan iffetin ruhudur.
"Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır. Bizi müslümanlar
olarak öldür."(el-A'raf, 126)
Mü'minin nefsine, malına, ailesine ve evine gelen musibetlere
tahammül etmesi bu nev'i sabırdandır. Böyle hadisler, her zaman ipin olabilen ve
hayattan ayrılmayan normal durumlardır. Bu musibet selinde isabet almayan birine
mutlaka onun sıyrıntıları bulaşır.
Bununla beraber mü'min musibet esnasında Allah'a (c.c.)
yalvarır. Ondan himaye taleb ederse hâdiselerin hızı ahnır ve bedenine yapacağı
tahribat azalır. Çoğu kez güçlü inanç, zorlukları ameliyat esnasında, ilaçlarla
hastanın ağrılarının giderildiği şekilde giderir. Mü'mine hâdiseler esnasında
dini zayıflayıp zorluklar karşısında inancı sarsılmadığı müddetçe, Allah'ın
(c.c.) yardımı gelir. "Andolsun sizi biraz korku biraz açlık biraz da
mallardan canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz.
Sabredenlere (keremini) müjdele ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman "Biz
(dünyada) Allah'ın teslim olmuş kullarıyız ve biz ahirette de ancak ona
dönücüleriz diyenlerdir. Rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerinedir.
Ve onlar doğru yola erdirilenlerin ta kendilerdir."(349) Ümm-i Âlâ ki o
Resulullah'a bey'at edenlerdendir, anlatıyor: Hasta olduğum bir zamanda
Resulullah (s.a.v.) beni çağırıp şöyle buyurdu:
"Ya ümmi Âlâ! Sana müjdeler olsun ki, Allah (c.c.) ateş, gümüş
ve demirin kirini nasıl gideriyorsa, öylece hastalık mü 'minin günahlarını
giderir. (350) Bir diğer hadiste de şöyle denilmiştir:
"Allah (c.c.) bir mü'minin iki gözünü aldığında oda sabır
gösterip ecrini Allah'tan (c.c.) beklerse Allah (c.c.) ona cenneti vermekten
başka bir şeyle razı olmaz"(351)
Şu hususu da unutmayalım ki, pay ve irtibat iddia ettiğimiz
her hak da Allah'ın irtibat ve hakkı bizim kimimizden daha çok ve daha sıkıdır.
Kişiye, çocuğundan daha yakın neyi var ki? insana en kıymetli
şey çocuğudur. Çocuğu kendi bedeninden gelmiş onun kucağında büyümüş kendinden
sonra da namını sürdürecek, yine odur. O, cesedinin bir parçasıdır. Bu çocuk
öldüğünde sabırsız baba, çocuğum diye diye feryat koparır. Fakat bu feryatlardan
önce Hakk'ın nidası, bizlerin şöyle demesini gerekli kılar...
Baba, çocuğunu kaybetti ise de her şeyin sahibi olan Allah
(c.c.) kulunu yanına götürmeyi irad etmiştir. Bu gözleri hayata açıp aynı zaman
da onları hayata kapayan da onun ta kendisidir. Bu bedeni çeşitli nimetleri ile
olgunlaştıran zat, onun esas barınağı olan toprağa iade etmiştir. Baba "çocuğum"
dediğinde yaratan da o "kulumdur" der. Benim hakkım herkesten önce ve herkesten
çoktur" der. Kasım b. Muhammed şöyle der:
"Hanımım vefat edince Muhammed b. Ka'b taziyeme gelip
şöyle dedi: "İsrailoğullarından, âlim âbid, çalışkan ve fakîh olan adamın çok
sevdiği hanımı vefat edince ona çok üzülmüş, öyle ki evine girip kapıyı üstüne
kilitlemiş ve kimsenin yanıma gelmesini de önlemiştir. Bu durumu anlayan bir
hanım gelip kapıcısına şöyle demiş: Mutlaka onunla görüşmem gerek, ona
soracaklarım var. Binaenaleyh mutlaka onunla konuşacağım. Ve kapıda bekledi.
Kapıcı onun durumunu alime bildirince kendisine izin verildi. Kadın, abide
senden birşey sormak isterim dedi. Âbid: Neymiş o? kadın: Ben komşum olan bir
kadından bir süs eşyası aldım. Bir süre onu taktıktan sonra benden geri vermemi
istiyor. Binaenaleyh ona geri vereyim mi? Âbid: Vallahi evet, deyince kadın: Ama
yanımda epey zaman bekledi. Âbid: Bu durum ona geri vermeni daha fazla
gerektirmektedir. Kadın: Allah (c.c.) seni affetsin. Sen Allah'ın (c.c.) uzun
zaman sana verdiği ve senden daha fazla hakkı bulunduğu bir emaneti geri
almasına üzülür müsün? dedi. Âbid, bu hanımın irşadından istifade ederek içinde
bulunduğu hatalı durumu terketti." (352)
_______________
(326) Müslim
(327) Muhammed, 31
(328) Al-i İmran, 186
(329) Neml, 40
(330) Enbiya, 37
(331) Buhari
(332) Hac, 47
(333) İbn-i Hibban
(334) Müslim
(335) Buharı
(336) Tirmizi
(337) Tirmizi
(338) Buhari
(339) Ebu Davud
(340) Nisa, 147
(341) Müslim
(342) Yusuf, 39-40
(343) Ahmed b. Hanbel
(344) Araf, 29-30
(345)Tâ-hâ, 132
(346) Bakara, 45
(347) Kehf, 28
(348) AST
(349) Bakara, 155-15
(350) Ebu Davud
(351) Nesai
(352) Mâlik
Prof. Muhammed Gazali